27 Aralık 2007 Perşembe

Rizenin tarihi

Pontus Krallığı Döneminde “SANNIKA” Roma İmparatorluğu Döneminde “Pontus Polemoniacus”,Osmanlı Devleti ve Cumhuriyeti’in ilk dönemlerinde “LAZİSTAN” olarak anılan Rize’nin bugünkü adının nereden geldiği yönünde farklı rivayetler vardır.Bir görüşe göre Yunanca’da da prinç anlamına gelen “Rhizos” ya da Rumca’da dağ eteği anlamına gelen Rhiza sözcuklerin değişimine uğrayarak Rize oldugu seklindedir.Bir diger gorus ise Osmanlıca’ da kırıntı,dokuntu anlamına gelen ‘RİZE’ kelimesinin aynen anlamıyla ilin adını aldıgıdır. Rize yazılı tarihine iliskin dolaysız bilgiler,Ege’de yasayan Miletoslu denizcilerin yoreye yaptıgı seferlerle baslar.M.Ö.;670’lerde Miletos’ların Karadeniz kıyılarında kurdukları kolonileri,Rize’ye kadar uzattıkları biliniyor.Med ve Perslerin istilasına ugrayan bolge daha bu donemde İyonluların dolayısıyla Grek kulturunun etkisine girmistir.İlk caglarda Pontus Krallığı’nın egemenligine giren Rize yoresi , 11.yy’a kadar İslami akımların etkisi dısında kaldı.11.yy’da Buyuk Selcuklu ‘ların yukselme doneminde Melikşah’ın (1072-1092) tüm Karadeniz kıyıları gibi Rize’de once Bizans, daha sonra da Trabzon Rum Pontus İmparatorlugu’na katıldı.1461’de Fatih Sultan Mehmet tarafından Trabzon ile birlikte Osmanlı sınırları içinde yeraldıgı biliniyor.19. yy’ın ikinci yarısında Trabzon eyaletinin bir sancak merkezi olan Batum ,Rusya’ya bırakılınca Rize sancak merkezi oldu.1.Dunya Savası’nda Ruslar tarafından isgal edilen Rize 2 MART 1918 ‘de isgalden kurtuldu ve 1924’de il merkezi oldu.



Coğrafya

Doguda Artvin,Guneyde Erzurum ve Bayburt , Batıda Trabzon ve Kuzeyde Karadeniz il sınırı olan Rize cok engebeli bir arazi yapısına sahiptir.Deniz kenarlarındaki dar vadi agızları hemen hemen hiç yoktur Yuksek rakımlı tepeler arasındaki en yuksek nokta olan kackar (3932m) yaz kıs kar tutar.Kackar dagının dogal yapısı bir cok kıs sporu yanında trekking ve dagılık için de topografyaya sahiptir.Dag kayagı için Kaçkarlar dogal bir pist gorunumundedir.
Rize ili toprakları Kuzey Anadolu kıyı daglarının yuksek kesimlerinden dogarak Karadeniz’e dokulen irili ufaklı bir cok akarsu ile bolunur.En onemlileri Fındıklı Deresi,Buyukdere,Pazar Deresi,Karadere ,İyidere ve Fırtına Deresi’dir.Bu dereler cesitli yerlerde , selaleler ile suslenir,Alabalık cinsinin en iyileri bu derelerde yetisir.Rizede’ki goller, dagların yuksek kesimlerinde buzulların asındırması neticesinde olusmus buzul gollerdir.Bu goller Çamlıhemsin ve İkizdere’nin sahip oldugu doga harikalarıdır.
Rize’de kıslar ve yazlar ılık gecer.Yıllık sızaklık ortalaması +14 civarındadır.Bolge Türkiye’nin en cok yagıs alan yeridir.Yılda m2’ye 2510 kg yagıs duser.Bu iklim ozeliklerine gore yorede Akdeniz bitkileri turuncgiller ve cay yetisir.
Ormanlar da en cok kayın,mese,kestane,ıhlamur ladin,kızılagac ve orman gulu bulunur.Ormanlarda kurt ,ayı,yaban domuzu,catal boynuzlu dag kecisi,hus tavuğu ve kuşlar bulunur,Bölge kus gözlemciliği için de uygun bir ortam oluşturur.



KEMENÇE

Kemençe, biri Osmanlı Müziğinde, diğeri Karadeniz yöresi halk müziğinde kullanılan iki ayrı yaylı çalgının ortak adıdır. Bunlardan ilki için yirminci yüzyılın ortalarına kadar kullanılan "armudî kemençe", "fasıl kemençesi" gibi adlar, artık yerini "klasik kemençe" adına bırakmış gibi görünmektedir. Bir halk çalgısı olan ikincisi ise, "Karadeniz kemençesi" olarak anılır.

“Klasik kemençe”, 40-41 cm boyunda, 14-15 cm genişliğinde küçük bir çalgıdır. Yarım armudu andıran gövdesi, elips biçimindeki burguluğu "kafa" ve sapı "boyun" tek bir ağaç parçasından yontularak ve oyularak yapılır. Göğsünde, yuvarlak kenarları dışarda kalmak üzere D biçiminde iki iri delik bulunur. Çalgının arka tarafında bir "sırt oluğu" vardır.



Çalınırken kuyruk takozu sol dize, burguları göğse yaslanarak düşey konumda tutulan ya da iki diz arasına konan kemençenin telleri, tuştan 7-10 mm yüksektedir. Çünkü sesler, telli çalgıların çoğunda olduğu gibi tellerin üstüne parmak uçlarıyla basılarak değil, teller tırnakla yandan hafifçe itilerek elde edilir.

“Karadeniz kemençesi”nin burguluğu, boynu ve gövdesi de tek bir ağaç parçasından yontularak ve oyularak yapılır. Ama biçimi bütünüyle farklıdır. Diğer bütün halk çalgıları gibi, “Karadeniz kemençesi”nin de standart ölçülerinden söz etmek güçtür. Ama günümüzde, uzmanların ve profesyonel yorumcuların kullandığı “kemençe”ler genellikle 56 cm uzunluğundadır. Kenarları dik ve sırtı düz olan gövde çoğunlukla erik veya ardıç ağacından yapılır. Köknar veya ladinden yapılan göğüs oldukça incedir. Tellerin eşikle iletilen basıncına dayanabilmesi için göğüs bölümüne, boylamasına bir çıkıntı yapılarak kubbe şeklinde form verilir. Burgular, oldukça küçük olup, burguluğa ön taraftan girer. Teller tuşa çok yakındır. Çünkü “Karadeniz kemençesi”, tellerin üzerine parmak uçlarıyla basılarak çalınır.

Seslendiren, ayakta ise çalgıyı sol eliyle havada tutarak, oturuyor ise dizlerinin arasına dayayarak çalar.



Tulumun-Yapısı

Oğlak derisi daha çok tercih edilir ve tüyleri temizlendikten sonra ayaklar son kısımlardan kesilir. Ters (çevrilip ters bağlandıktan sonra) kesit bağlantısı daha iyi görünür. Ön ayaklardan birine tahta boru- lülük arka ayaklardan birine de nav bağlanır. Böylece tulum dediğimiz alet meydana gelir. Lülük'ten (dudula=ağızlık)üfleyip tulum şişirilir. Üflenen hava geri kaçmasın diye tulumcu lülüğün (dudula) ağzını dili ile kapatır. Kendisi bu suretle nefes alabilir. (son zamanlarda lülük ağzına konan bilye sayesinde tulumcular Türkü bile söyleyebiliyorlar.) sıkışan hava mecburen, nav içinde bulunan çimon/çibu denilen ses veren kamış borulara hücum eder ve ses çıkararak dışarı çıkar. Ekseriyetle çibular yan yüzeylerinden 5 delikli olup bu delikler Nav'ın üst yüzüne yani tulumcunun parmaklarını oynatacağı bölüme bir çift olarak yerleştirilir.
Oğlak derisi daha çok tercih edilir ve tüyleri temizlendikten sonra ayaklar son kısımlardan kesilir. Ters (çevrilip ters bağlandıktan sonra) kesit bağlantısı daha iyi görünür. Ön ayaklardan birine tahta boru- lülük arka ayaklardan birine de nav bağlanır. Böylece tulum dediğimiz alet meydana gelir. Lülük'ten (dudula=ağızlık)üfleyip tulum şişirilir. Üflenen hava geri kaçmasın diye tulumcu lülüğün (dudula) ağzını dili ile kapatır. Kendisi bu suretle nefes alabilir. (son zamanlarda lülük ağzına konan bilye sayesinde tulumcular Türkü bile söyleyebiliyorlar.) sıkışan hava mecburen, nav içinde bulunan çimon/çibu denilen ses veren kamış borulara hücum eder ve ses çıkararak dışarı çıkar. Ekseriyetle çibular yan yüzeylerinden 5 delikli olup bu delikler Nav'ın üst yüzüne yani tulumcunun parmaklarını oynatacağı bölüme bir çift olarak yerleştirilir. Çimon/çibular, nav içinde ikiden fazla da olabilirler. Herbirinin sesi tulumcunun ustalığına göre ayarlanır. Tulumdaki kısımlara daha açıklık getirelim: Çimon/çibu: Kamış veya tahıl sapı boğum yerinin bir tarafından diğer tarafın dıştan boğum yerinden içten kesilir. Bu uçta boğum yeri kalacağından kapalıdır, diğer uç açıktır. 16-17 cm boyunda bir boru elde edilmiş olur. Açık uç hafif meyilli olarak düzeltilir. Kapalı kısma doğru borunun bir kısmı çakı ile inceltilerek sesin, hava geçişi ile temini sağlanır. Bu borunun üçte bir kadarı üste kalması şartıyla ikişer santim arayla delikler açılır. Böylece yapılan çimonlar bu şekilde yanyana bağlanıp navın içine yerleştirilir. Çıkan sesler birbiri ile tam manası ile uyumlu olmayabilirler. (Adnan Saygun) Nav: Farsça'da iyi oyulmuş odun manasında olup bu tabiri eski Oğuzlarında kullandığı aşikardır. Navlar hafif kıvrık boynuzu andırırlar. Odundan veya şemsiye sapının yarım daire bölümünden yapılırlar. Aslında iç bükey bir teknecikten ibaret olup çimon/ çibular içine yerleştirilir.




Kar'aşın: Navın son kısmındaki boynuza verilen isimdir.
Kaçkar dağı: Koç boynuzunu andıran Gökçe Dengiz batısındaki Kaçkar Dağları da bu isimden esinlenerek verilmiştir.
Goda: Tulumdan üflenen eğri boruya denir. Bulgarların gayda demeleri ile goda arasında muhakkak bir bağlantı vardır. Bu isim ta Kelt'lerden kalmış olabilir. Eski Bulgar kavimleri Türklerle kardeş kavim olmalarının neticesi olarak kelime Türkçe kökenli de olabilir.
....
Çayelinden başlayarak Pazar,Ardeşen,Hemşin,Çamlıhemşin,Fındıklı,Arhavi,Hopa,Şavşat,Yusufeli,İspir ve Giresun`nun Şebinkarahisar ilçesinde düğün,bayram ve eğlencelerde kullanılan nefesli bir halk çalgısıdır.

Önceleri sadece bu yörelerde düğünlerde kullanılırdı. Fakat son zamanlarda çeşitli halk müziklerinin yanısıra pop,rock ve özgün müziklerde kullanılmaya başlandı.Tabî buda enstrumanın tanıtımını ve halkın dikkatini çekmekte önemli bir etken oldu. Tulum`u başka ülkelerde görmekde mümkün. Örneğin: Bulgaristan ve Yunanistan`ın bazı bölgelerinde görebilirsiniz. İskoçya ve Kuzey İrlanda`da şekil olarak biraz değişik olmasına rağmen ses olarak hemen hemen aynı olması dikkat çekmektedir.

TEKNİK ÖZELLİKLERİ:
Tulumda aktif olarak kullanılan beş tam ses vardır ve oktav`ı yoktur,koma sesi vardır. Son zamanlarda altı sesli tulum`lar denenmiş fakat pek başarı sağlanamamıştır.

Tulumun ses tonu "si" "lâ" "sol" karar sesiyle,tını`sı güzel olan ses elde edilir. Diğer ses tonlarında tulum istenilen sesi vermez. Tulumun orjinal sesi "si" ve "lâ" dır.

TULUMUN YAPISI

    DUDULA (AĞIZLIK)
    GÖVDE (DERİ KISMI)
    NAV (SES VEREN KISIM)




DUDULA (AĞIZLIK)

Tulumu şişirmek için kullanılan dudula; yuvarlak bir ağacın içi delinerek yapılır ve hava geriye kaçmasın diye iç tarafına naylon`dan bir kapak yapılıp raptiye ile tutturularak havanın geri gelmesi önlenir.

GÖVDE (DERİ KISMI)
Tulumun gövdesi genellikle keçi derisinden yapılır. Keçinin özellikle bir yaşında olmasına dikkat edilir. Çünki bir yaşından küçük olan keçilerin derisi yumuşak (taze) olduğundan çabuk deforme olur. Keçi kesildikten sonra derisi çok dikkatli bir şekilde delinmeden tulum olarak çıkartılır. Suyla karışık ateş külünde 2-3 gün bekletildikten sonra tüylerin dökülmesi sağlanır ve tabaklama işlemi yapıldıktan sonra baş tarafı ve arka kısmı içeri gelecek şekildetersten sıkıca bağlanır. Ön ayaklarının birine dudula bağlanarak şişirilip asılır. Kuruduktan sonra sürekli yumuşak kalması için badem yağı yada gliserin sürülür. (yağ ile bakım yapılmadığı süreçte deri kuruyup çatlar ve hava kaçırır bu yüzden tulum özelliğini yitirir) Tulumun- cephesinin güzel görünmesi için üzerine değişik renk ve desenlerle kılıf yapılır.

NAV (SES VEREN KISIM)
Tulumun en önemli kısımı nav`dır. Nav özellikle şimşir ağacından yapılır. Yaklaşık 40 derece eğri şimşir ağacının içini düzgün bir şekilde oyduktan sonra analıklar dediğimiz delikli 10mm çapında boruları ve kamıştan özel olarak yapılan çibun dediğimiz sipsi`leri özenle ve düzgün şekilde nav`a yerleştirilir. Burada önemli olan iki adet sipsininde aynı sesi vermesidir. Analıklarda 6mm delinmiş 5 adet çift sıra delik vardır ve yanyana olan bu deliklerden çıkan seslerin aynı ayarda olması şarttır aksi taktirde ses bozuk çıkar. Sesler ayarlandıktan sonra nav`ı tulumumuzun diğer koluna bağlıyoruz ve tulumumuzu şişiriyoruz. Hava taziğinden doğan güçle sipsilere gelen baskı sesin çıkmasına yol açar parmak vuruşları ile ses notalara dönüşür.

İyi tulum çalabilmek için müzik bilgisinin yanısıra iyi bir kulağa ve kuvvetli nefese sahip olmak gerekir.



Yaylalar

Çok eski yıllardan günümüze kadar devam ede gelen bir gelenektir yaylacılık. Arazinin konumu hayvanlar için yeterli beslenmeye elverişli değildir. Hem hayvanların daha iyi beslenmesi hem de yağ, peynir ve çökelek elde etmek amacıyla yaylaya çıkılır.
Ancak, bugün 20 yıl öncesine kadar bütün canlılığı ile devam eden o yayla yaşamı kaybolmaya yüz tutmaktadır. Çaycılığa olan dönüş hayvancılıktan kaçışı bu da yaylacılığın sonunu getirmektedir.Her ne kadar gene yaylalara çıkılıyorsa da, yaşlılarımız o eski günleri yad ederken gözlerindeki ifadeden sanki bir şeylerin elimizden kayıp gittiğini anlamamak mümkün değil.
Bugün yaylaya çıkanlar iki grup altında toplanır. İhtiyaç dan dolayı çıkanlar ve Rize dışında yaşayıp anacak Rize ile bağlarını koparmayan yöre insanaları. Eski yılların özlemiylr tatillerini geçirmek, büyük kentlerin gürültüsünden kurtulmak ve doğayla başbaşa kalmak için yaylalara çıkan gırbetteki Rizelilerin sayısının bir hayli olmasına karşın ihtiyaçtan ötürü çıkanların sayısında belirgin bir azalma vardır.



Rize'deki Yaylalar
Çağırankaya, Palovit, Elevit, Ovit, Amlakit, Hodeçur, Samisdal, Pokut, Çat, Haçivanak, Karmik, Hemşin, Başyayla, Ortayayla, Verçenik, Avusor, Kaçkar, Aşağı Kavron, Yukarı Kavron, Hazindak, Çiçekli, Çaymaçakur, Sal, Varda, Gölyayla, Cimil, Hazindağ, Ambarlı, Çahperik, Kito, Karap, Kale, Gürmanuman, Varoş, Çermeşk, Dahter, Anzer, Aşağı Faso, Yukarı Faso. ...ve sayamadığımız birçok irili ufaklı yayla.



Yaylaya Çıkış Öncesi Hazırlıklar ve Yayla Yolunda
Yayla çıkış zamanı hava şartlarına bağlı olarak değişir. Genel de Mayıs ayı sonu ile Haziran başıdır. Tarih muhtar ve köy heyetleri tarafından birlikte belirlenir. Bu tarih, yağan kar miktarına ve karın tahmini kalkış zamanına göre tespit edilir. Belirlenen tarihten önce kimse yaylaya çıkmaz.
Mezra : Bazı köylerin "mezra" olarak adlandırılan geçiş yerleri vardır. Mezraların rakımları yaylalara göre daha düşük olduğundan kar erken kalkar. Nisan ayı sonunda, Mayıs ayları başında bu mezralara gidilir. Orada 15-20 gün yaylaya çıkış tarihine kadar kalınır. Köyden gelenlerle birlikte yaylaya çıkılır.
Hazırlıklar arasında, mısır öğütülmesi, at ve katır varsa semer ve eyerlerin gözden geçirilmesi, yiyecek, giyecek, hayvanların bağlanacağı, ip ve kazıklar sayılabilinir. Sığırların alınlarına ya da boyunlarına nazar boncuğu veya muska takılırdı.
Hayvanı olmayanlar yüklerini sırtlarında taşırlar. Taşımayanlar kiracı tutarlar. Yük taşınması gayet eğlenceli olur. Kyün gençleri genellikle pazar günleri hep birlikte yüklerini alır sabah erkenden yayla yoluna koyulurlar. Belli yerlerde molka veriri, dinlenir, açlıklarını giderir, horon oynarlardı.
Hanlar : Yaylaya çıkışlar genellikle iki gün sürerdi. Birinci günün sonunda hanlarda konaklanırdı. Hanlar: zemin katı kahvehane, üst katı da birkaç odadan ibaret bir otel niteliği taşırdı. Hayvanlar çok kalabalık olur ve ahırda yer olmazsa dışarıda yere çakılan kazıklara bağlanırdı. Hayvanlara hayvancının ot deposundan ot satın alınarak verilir, ayrıca içilen çay ve kalma masrafı olarak da hancıya belli bir miktar para ödenirdi.
Köççü : Yaylada sürekli kalacak kişilerle birlikte hayvanların götürülmesine yardımcı omak üzere bir kaç kişi de kafile ile birlikte bulunurdu. "Köçcü" denilen bu kişilker, sığırları yaylaya çıkardıktan sonra orada birkaç gün kalıp tekrar geri dönerlerdi.



Yayla Hayatı
Yayla hayatı Haziran ayının başından Eylül ayının ilk haftasına kadar sürüp giden üç aylık bir dönemi kapsar. Havalara göre bu süre azalıp, kısalabilir.
Yaylada günlük hayat çok erken başlar. Sabah erkenden kalkılıp, sığırlar sağılırdı. Sütün kaymağı alınıp kaymak kabında, kaymağı alınmış süt ise peynir kazanında biriktirilir. Güneş doğarken hayvanlar çözülür ve yayıma bırakılır. Hayvanlar yayıma (otlak alanı) götürüldükten sonra ahırın gübresi temizlenir. Gübrenin temizlenmesinde ağzı geniş bir kazma ile, "süpürgelik" denilen dalları sert ve esnek yapıda olan bir cins çalıdan yapılmış ahır süpürgeleri kullanılır. Ahırın ortasında toplanan gübre, evin önünde uygun bir yerde biriktirildiği gibi sepetlerle çayırlıklara götürülüp serpilir. Bazen de günlük gübre ahırın iç duvar yüzeyine ya da taşların üzerine yapıştırılarak kurutulmaya bırakılır. Bir müddet sonra kuruyan gübreler "tezek" haline gelir. Bunlar odunu yanında ek yakacak olarak kullanılır.
Yaylacının günlük işlerinin başınada, sağılan sütü değerlendirmek gerekir. Peynir kazanında toplanan kaymağı alınmış süt, belli bire kıvama geldiğinde peynir yapılır. Peynir suyu kaynatılarak tülbentten yapılmış minci torbalarına dökülerek süzdürülür. Bu şekilde elde edilen peynir ve minci tuzlandıktan sonra peynir ve minci kaplarınak onulur.
Kaymak kabı dolduğunda yayık yapma zamanı gelmiş demektir. Yayık vurma işi için yaylacı, diğer komşuları yardıma çağırır. Genellikle her yaylada ortak olan birkaç yayık bulunur. Atma Türkülerle şenlenen yayık evinde elde edilenyağ, yıkanıp tuzlandıktan sonra yağ kaplarına basılır. O gün için hazırlanan yemekler yenir ve dağılınırdı.
Sığırlar ikindiden sonra yayımdan toplanarak eve getirilir ve bağlanırdı. Sisli havalarda sığırların yerini tespit etmede bir kolaylık sağlamak için boyunlarına orta büyüklükte çıngırak takılır. Çıngırak takma adeti aynı zamanda kurt gibi yabani hayvanları da ürkütmeye yöneliktir.


Otlar azalmaya başlayınca, otlak alanların bir bnölümü geçici bir süre hayvanların girmesine yasaklanırdı. Yaylacıların ortak kararı ile alınan ve 20-30 gün süren bu yasaklama adetine "Koru" denilirdi. Korunun sona erdiği, bir gün önceden her eve duyurulur, ertesi sabah bütün yaylacılar hayvanlarını, koru süresince biraz daha yeşeren bu otlağa götürülürdü. Buna da "Koru Bozmak" denirdi. Korunun bozulması yaylacılara endişe ile karışık bir heyecan verirdi. Çünkü sığırların tek bir alanda toplanması, hayvanların biribiriyle kapışması sebebiyle tehlike oluşturmaktaydı.



Ot Biçimi : Yayla hayatının en hareketli dönemidir. Temmuz ayının sonlarına doğru otlar iyice büyüyünce, dere ve ırmaklardan arklar açarak çayırlıklara verilen su kesilir. Bundan gaye otun çürümesini önlemek ve biçmeyi kolaylaştırmaktadır. Ağustos ayına gelindiğinde otlar biçilecek seviyeye gelmiş olur. Ot biçimi için güneşli günler tercih edilir. Çayırlıkların düzgün olan kısımlar tırpanla "kerendi" taşlık ve çok dar alanlar ise orak ile biçilir.
Genellikle tırpan işi erkeklerce, orak ise kadınlarca yapılırdı. Ot biçme zamanlarda köylerden yardıma gelinirdi. Yağmura karşı bir yarış sürer bu dönemde. Biçilen otlar güneşte kurumaya bırakılır. Kuruyan otlar "Gelberi" denilen ağaçtan yapılmış dişli bir aletle kümeler halinde bir araya getirilir. Küme halinde kuru ot el yardımı ile sarılarak "Güvel" ya da "Sarma" denilen küçük demetlere ayrılıp ot depolarına taşınırdı. 5-6 güvel bir ot yükü olarak nitelendirilir. Otluğun verimi yük hesabı ile yapılırdı. Gündüz ot biçme gece eğlencelere dönerdi.
Ot biçme işini bitirenler tekrar köye dönerler. Bir süre sonra yayla eski sukunetine avdet eder. Biçilip depolanan kuru ot, yaz başı ve güz dönemlerinde havaların soğuk ve yağışlı gitmesi ya da otlarınazalması halinde ek yiyecek olarak hayvanlara verilir.



"Güz Köçi" diye adlandırılan yala dönüşü Eylül ayının ilk haftalarına rastlar. Otların sararması ve havaların soğuması ile birlikte yaylacılar tekrar mezra ve köylere döner.

alıntı

0 yorum: